Hoş geldiniz, Ziyaretçi
Lütfen Giriş yada Kayıt.    Kayıp Parola?

SORU: Tevhîdin tarifi ve türleri nelerdir?
(1 inceleyen) (1) Ziyaretçi
Alta gitSayfa: 1
BAŞLIK: SORU: Tevhîdin tarifi ve türleri nelerdir?
#6
SORU: Tevhîdin tarifi ve türleri nelerdir? 14 Yıl önce Karma: -10
AddThis Social Bookmark Button
ما تعريف التوحيد وأنواعه؟

SORU-: Tevhîdin tarifi ve türleri nelerdir?

الجواب: التوحيد لغة: ((مصدر وحد يوحد، أي جعل الشيء واحداً)) وهذا لا يتحقق إلا بنفي وإثبات، نفي الحكم عما سوى الموحد، وإثباته له، فمثلاً نقول: إنه لا يتم للإنسان التوحيد حتى يشهد أن لا إله إلا الله، فينفي الألوهية عما سوى الله عز وجل ويثبتها لله وحده، وذلك أن النفي المحض تعطيل محض، والإثبات المحض لا يمنع مشاركة الغير في الحكم، فلو قلت مثلاً((فلان قائم)) فهنا أثبت له القيام لكنك لم توحده به، لأنه من الجائز أن يشاركه غيره في هذا القيام، ولو قلت ((لا قائم)) فقد نفيت نفياً محضاً ولم تثبت القيام لأحد، فإذا قلت: ((لا قائم إلا زيد)) فحينئذٍ تكون وحدت زيداً بالقيام حيث نفيت القيام عمن سواه، وهذا هو تحقيق التوحيد في الواقع، أي أن التوحيد لا يكون توحيداً حتى يتضمن نفياً وإثباتاً .


CEVAP: Tevhîd lügatte “bir şeyi birledi” anlamına gelen (وحد يوحد) fiilinin mastarıdır. Bir şeyi birlemek ise ancak, red ve kabul ile yani, bir hükmü birlenenden başkasından reddedip ve o hükmü sadece onun için kabul etmekle gerçekleşir. Mesela biz bir kimsenin Lâ ilâhe illallah’a şehâdet etmedikçe tevhîd inancının tamamlanmayacağını söyleriz. Çünkü Lâ ilâhe illallah’a şehâdet eden kişi, Allah azze ve celle’den başkası hakkında ulûhiyyeti reddeder ve onu sadece Allah hakkında kabul eder. Çünkü beraberinde kabul olmayan bir red, mutlak bir inkardır. Yine beraberinde red olmayan bir kabul de, başkasının ortaklığına mani değildir. Mesela “Filan kişi ayaktadır.” dediğin zaman, o kişinin ayakta olduğunu kabul etmiş fakat bu hususta onu birlememiş olursun. Çünkü böyle bir ifade tarzında ayakta olma fiiline başkalarının ona ortak olduğunun anlaşılması mümkündür. Eğer “Ayakta kimse yoktur.” Dersen bu da mutlak bir redde bulunmuş ve ayakta olmayı hiç kimse hakkında kabul etmemiş olursun. “Zeyd’den başka hiç kimse ayakta değildir.” Dediğinde ise, sadece Zeyd’in ayakta olduğunu, başkalarının ayakta olmadığını söylemiş olursun. Gerçekte birleme ancak bu şekilde gerçekleşir. Yani tevhîd/birleme, nefiy ve ispatı/red ve kabulü içermedikçe tevhîd olmaz.


وأنواع التوحيد بالنسبة لله-عز وجل- تدخل كلها في تعريف عام وهو ((إفراد الله سبحانه وتعالى بما يختص به)) .


Allah’ı tevhîdin/birlemenin bütün türlerleri şu tarifin içine girer: “Tevhîd, sadece kendisine ait olan şeylerde Allah’ı birlemektir.”

وهي حسب ما ذكره أهل العلم ثلاثة:


İlim adamlarının zikrettiklerine göre tevhîdin üç türü vardır:

الأول: توحيد الربوبية .
الثاني: توحيد الألوهية .
الثالث: توحيد الأسماء والصفات

.
Birincisi: Rubûbiyyet tevhîdi.

İkincisi: Ulûhiyyet tevhîdi.

Üçüncüsü: İsim ve sıfatların tevhîdidir.

وعلموا ذلك بالتتبع والاستقراء، والنظر في الآيات والأحاديث، فوجدوا أن التوحيد لا يخرج عن هذه الأنواع الثلاثة فنوعوا التوحيد إلى ثلاثة أنواع:


Onlar bu taksimi, araştırma, inceleme, ayetler ve hadîsler üzerinde düşünme sonucu öğrendiler. Tevhîdin bu üç türün dışına çıkmadığını gördüler. Neticede tevhîdi bu üç kısma ayırdılar:

الأول: توحيد الربوبية: وهو ((إفراد الله - سبحانه وتعالى- بالخلق، والملك، والتدبير)) وتفصيل ذلك


Tevhîdin Birinci Türü: Rubûbiyyet Tevhîdi: Allah’ın yaratmada, mülkte ve yönetme ve idârede birlemektir. Bunun açıklaması şöyledir:

أولاً: بالنسبة لإفراد الله –تعالى- بالخلق: فالله تعالى وحده هو الخالق لا خالق سواه، قال الله تعالى: (هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ) (فاطر:3) وقال تعالى مبيناً بطلان آلهة الكفار: (أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لا يَخْلُقُ أَفَلا تَذَكَّرُونَ) .(النحل:17). فالله تعالى وحده هو الخالق خلق كل شيء فقدره تقديراً، وخلقه يشمل ما يقع من مفعولاته، وما يقع من مفعولات خلقه أيضاً، ولهذا كان من تمام الإيمان بالقدر أن تؤمن بأن الله تعالى خالقاً لأفعال العباد كما قال الله تعالى: (وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ) .(الصافات الآية:96ا). ووجه ذلك أن فعل العبد من صفاته، والعبد مخلوق لله، وخالق الشيء خالق لصفاته، ووجه آخر أن فعل العبد حاصل بإرادة جازمة وقدرة تامة، والإرادة والقدرة كلتاهما مخلوقتان لله –عز وجل- وخالق السبب التام خالق للمسبب .


Birincisi: Allah’ın yaratmada birlenmesidir. Tek başına yaratıcı Allah teâlâ’dır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka hak ilah yoktur.” (Fâtır: 3). “O halde, yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Nahl: 17). Evet, sadece Allah teâlâ yaratıcıdır. O her şeyi yaratmış ve bir ölçü ile var etmiştir. O’nun yaratması, kendi yaptığı şeylerden meydana gelenleri de, yarattıklarının yaptığı şeylerden meydana gelenleri de kapsar. Bundan dolayı, kulların fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğuna îmân etmek kadere îmânı tamamlayan şeylerdendir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattı.” (Saffat: 96). Bunun anlamı şudur: Kulun fiili kendi sıfatlarındandır. Kul da, Allah tarafından yaratılmıştır. Bir şeyin yaratıcısı, o şeyin sıfatlarının da yaratıcısıdır. Buradan anlaşılan bir başka şey de şudur: Kulun fiili kesin bir irâde ve tam bir kudret ile hâsıl olur. İrâde ve kudret, bu ikisi Allah tarafından yaratılmışlardır. Sebebi yaratan sebep olunan şeyin de yaratıcısıdır.

فإن قيل: كيف نجمع بين إفراد الله –عز وجل- بالخلق مع أن الخلق قد يثبت لغير الله كما يدل عليه قول الله تعالى: (فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ)(المؤمنون: الآية14) وقول النبي صلى الله عليه وسلم في المصورين: ((يقال لهم: أحيوا ما خلقتم)) ؟

فالجواب على ذلك: أن غير الله تعالى لا يخلق كخلق الله فلا يمكنه إيجاد معدوم، ولا


Şöyle bir soru sorulabilir: “Yaratanların en güzeli olan Allah yüceler yücesidir.” (Mu’minun: 14) âyetinin ve Peygamber(صلى الله عليه وسلم)’in resim ve heykel yapanlar hakkında söylediği: “Onlara: Haydi yarattığınız şeylere can verin, denilecek(Buhârî, Kitâbu’l-Buyû’, Bâbu’t-Ticârati fîmâ yukrahu Lubsuhu li’r-Ricâli ve’n-Nisâ, (2105); Müslim Kitâbu’l-Libâs, Bâbu Tahrîmi Tasvîri’l-Hayvân (2106) (96). hadîsinin de delâlet ettiği gibi Allah’tan başka yaratıcılar da olabilmektedir. Yaratmada Allah’ı birlemekle bunu nasıl birleştirebiliriz?

إحياء ميت، وإنما خلق غير الله تعالى يكون بالتغيير وتحويل الشيء من صفة إلى صفة أخرى وهو مخلوق لله –عز وجل- فالمصور مثلاً، إذا صور صورة فإنه لم يحدث شيئاً، غاية ما هنالك أنه حول شيئاً إلى شيء، كما يحول الطين إلى صورة طير، أو صورة جمل، وكما يحول بالتلوين الرقعة البيضاء إلى صورة ملونة فالمداد من خلق الله –عز وجل- والورقة البيضاء من خلق الله –عز وجل- هذا هو الفرق بين إثبات الخلق بالنسبة إلى الله-عز وجل- وإثبات الخلق بالنسبة إلى المخلوق . وعلى هذا يكون الله –سبحانه وتعالى- منفرداً بالخلق الذي يختص به .


Bu sorunun cevabı şudur: Allah’tan başkası Allah’ın yaratması gibi yaratamaz. Onların, ne bir şeyi yoktan var etmesi ne de ölüyü diriltmesi mümkün değildir. Allah’tan başkasının yaratması, ancak bir şeyi değiştirmek ve bir şeyin sıfatını başka bir sıfata dönüştürmek şeklinde olur ve O da Allah’ın mahlûkudur. Mesela ressam –veya heykeltıraş– bir şeyi tasvir ettiği zaman onu yaratmış değildir, nihâyet bir şeyin halini değiştirmiştir. Mesela çamuru kuş şekline veya deve şekline getirmiştir. Mesela beyaz bir kâğıdı renklendirerek renkli bir kâğıt haline dönüştürmüştür. Mürekkep Allah’ın yaratmasıdır, beyaz kâğıt Allah’ın yaratmasıdır. Yaratma filinin Allah’a nispet edilmesi ile mahlûka nispet edilmesi arasındaki fark budur. Buna göre, sadece kendisine ait yaratmada, Allah teâlâ tektir.

ثانياً: إفراد الله –تعالى- بالملك فالله تعالى وحده هو المالك كما قال الله تعالى: (تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ) (سورة الملك،الآية:1) وقال تعالى: (قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلا يُجَار عَليهِ)(سورة المؤمنون الآية:88) فالمالك الملك المطلق العام الشامل هو الله –سبحانه وتعالى- وحده، ونسبة الملك إلى غيره نسبة إضافية فقد أثبت الله –عز وجل- لغيره الملك كما في قوله تعالى: (أَوْ مَا مَلَكْتُمْ مَفَاتِحَهُ)(النور: من الآية61) وقوله(إِلاَّ عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُم)(المؤمنون: من الآية6) إلى غير ذلك من النصوص الدالة على أن لغير الله تعالى ملكاً، لكن هذا الملك ليس كملك الله –عز وجل- فهو ملك قاصر، وملك مقيد، ملك قاصر لا يشمل، فالبيت الذي لزيد لا يملكه عمرو، والبيت الذي لعمرو لا يملكه زيد، ثم هذا الملك مقيد بحيث لا يتصرف الإنسان فيما بملك إلا على الوجه الذي أذن الله فيه، ولهذا نهى النبي صلى الله عليه وسلم عن إضاعة المال، وقال الله –تبارك وتعالى: (وَلا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ أَمْوَالَكُمُ الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَاماً)(سورة النساء، الآية:5) وهذا دليل على أن ملك الإنسان قاصر وملك مقيد، بخلاف ملك الله –سبحانه وتعالى- فهو ملك عام شامل وملك مطلق يفعل الله –سبحانه وتعالى- ما يشاء ولا يسأل عما يفعل وهم يسألون .


İkincisi: Allah’ın mülkte birlenmesidir. Şu âyetlerde de ifade edildiği gibi mülk/hükümranlık sahibi yalnızca Allah’tır. “Hükümranlığı elinde tutan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1) “De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?” (Mü’minun: 88). Genel ve kapsayıcı anlamda mutlak mülkün sahibi sadece Allah’tır. Hükümranlığın Allah’tan başkasına nispeti göreceli bir nispettir. Allah teâlâ mülkü kendisinden başkasına da nispet etmiştir. Nitekim bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır: “Ancak eşleri ve ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) hariç” (Mu’minun: 6). Allah’tan başkasının da mülk sahibi olduğuna delâlet eden daha başka naslar da vardır. Fakat bu mülk Allah’ın mülkü gibi değildir. Bu eksik, kayıtlı ve şartlı bir mülkiyettir. Kapsamlı bir mülkiyet değildir. Mesela Zeyd’in evine Amr mâlik olamaz. Amr’ın evine de Zeyd mâlik olamaz. Sonra bu mülkiyet, kayıtlı ve sınırlı bir mülkiyettir. Şöyle ki, insan mâlik olduğu şeylerde ancak Allah’ın izin verdiği şekilde tasarruf edebilir. Bu sebepledir ki Peygamber (صلى الله عليه وسلم)malın zayi edilmesini yasaklamıştır. Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin.” (Nisâ: 5). Bu, insanın mülkiyetinin eksik ve sınırlı bir mülkiyet olduğunun delîlidir. Allah’ın mülkiyeti/hükümranlığı böyle değildir. Onun hükümranlığı genel, kapsamlı ve mutlak bir hükümranlıktır. Allah subhânehu ve teâlâ dilediğini yapar. O yaptıklarından sorguya çekilemez. Hâlbuki başkaları sorguya çekilirler.

ثالثاً: التدبير، فالله –عز وجل- منفرد بالتدبير فهو الذي يدبر الخلق ويدبر السماوات والأرض كما قال الله –سبحانه وتعالى-: (أَلا لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ)(سورة الأعراف، الآية:54) وهذا التدبير شامل لا يحول دونه شيء ولا يعارضه شيء . والتدبير الذي يكون لبعض المخلوقات كتدبير الإنسان أمواله وغلمانه وخدمه وما أشبه ذلك هو تدبير ضيق محدود، ومقيد غير مطلق، فظهر بذلك صدق صحة قولنا إن توحيد الربوبية هو ((إفراد الله بالخلق، والملك، والتدبير)) .


Üçüncüsü: Yönetme ve idâredir. Yegâne müdebbir Allah’tır. Yarattıklarını idâre eden O’dur, gökleri ve yeri O çekip çevirir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’râf: 54). Bu yönetim kapsamlı bir yönetimdir. Hiçbiri onun dışında kalmaz ve hiçbir şey ona karşı koyamaz. İnsanın malını, çocuklarını ve hizmetçilerini yönetmesi gibi bazı yaratılmışların yönetimi ise, dar ve sınırlı bir yönetimdir. Mutlak olmayan mukayyet bir yönetimdir. Böylece bizim rubûbiyyet tevhîdi için söylediğimiz “Allah’ın yaratmada, mülkte/hükümranlıkta ve yönetmede birlemektir.” Sözümüzün doğruluğu açıkça anlaşılmış oldu.

النوع الثاني: توحيد الألوهية، وهو ((إفراد الله –سبحانه وتعالى- بالعبادة)) بأن لا يتخذ الإنسان مع الله أحداً يعبده ويتقرب إليه كما يعبد الله –تعالى- ويتقرب إليه، وهذا النوع من التوحيد هو الذي ضل فيه المشركون الذين قاتلهم النبي صلى الله عليه وسلم، واستباح دماءهم، وأموالهم، وأرضهم، وديارهم، وسبى نساءهم وذريتهم، وهو الذي بعثت به الرسل، وأنزلت به الكتب مع أخويه توحيدي الربوبية، والأسماء والصفات، لكن أكثر ما يعالج الرسل أقوامهم على هذا النوع من التوحيد –وهو توحيد الألوهية- بحيث لا يصرف الإنسان شيئاً من العبادة لغير الله –سبحانه وتعالى- لا لملك مقرب، ولا لنبي مرسل، ولا لولي صالح، ولا لأي أحد من المخلوقين، لأن العبادة لا تصح إلا لله –عز وجل- ومن أخل بهذا التوحيد فهو مشرك كافر، وإن أقر بتوحيد الربوبية، وبتوحيد الأسماء والصفات . فلو أن رجلاً من الناس يؤمن بأن الله –سبحانه وتعالى- هو الخالق، المالك، المدبر لجميع الأمور، وأنه –سبحانه وتعالى- المستحق لما يستحقه من الأسماء والصفات لكن يعبد مع الله غيره لم ينفعه إقراره بتوحيد الربوبية والأسماء والصفات . فلو فرض أن رجلاً يقر إقراراً كاملاً بتوحيد الربوبية وتوحيد الأسماء والصفات لكن يذهب إلى القبر فيعبد صاحبه، أو ينذر له قرباناً يتقرب به هل إليه فإن هذا مشرك كافر خالد في النار، قال الله –تبارك وتعالى-: (إِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوَاهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ)(المائدة: الآية72) ومن المعلوم لكل من قرأ كتاب الله –عز وجل- أن المشركين الذين قاتلهم النبي صلى الله عليه وسلم، واستحل دماءهم، وأموالهم، وسبى نساءهم وذريتهم، وغنم أرضهم كانوا مقرين بأن الله تعالى وحده هو الرب الخالق لا يشكون في ذلك، ولكن لما كانوا يعبدون معه غيره صاروا بذلك مشركين مباحي الدم والمال .


Tevhîdin İkinci Türü: Ulûhiyyet tevhîdidir. Bu, “Allah teâlâ’yı ibâdetlerle birlemektir.” Böylece insan, Allah’a ibâdette bulunduğu ve O’na yaklaşmaya çalıştığı gibi Allah’ın yanı sıra bir başkasına ibâdette bulunmaya ve yaklaşmaya çalışmaya kalkışmaz. İşte Peygamberimiz(صلى الله عليه وسلم)’in kendileriyle savaştığı, canlarını, mallarını topraklarını ve diyarlarını mubah kıldığı, kadınlarını ve çocuklarını esir aldığı müşriklerin saptıkları tevhîd türü bu tevhîdtir. Peygamberler bu tevhîdi gerçekleştirmek için gönderilmiş, kitaplar, diğer iki tevhîdle birlikte –rubûbiyyet ile isim ve sıfatlar tevhîdi ile birlikte– onun için indirilmiştir. Fakat peygamberler kavimlerini Allah’tan başkasına ibâdet etmesinler diye çoğunlukla bu tevhîd üzere düzeltmeye çalışmışlardır. Ne Allah’a yakın bir meleğe, ne de rasûl bir nebîye, ne sâlih bir velîye ne de bunlar dışında herhangi bir yaratılmışa ibâdet etmesinler diye uğraş vermişlerdir. Çünkü ibâdet, sadece Allah’a yapılabilir. Bu tevhîdi ihlal eden kimse, rubûbiyyet tevhîdi ile isim ve sıfatlar tevhîdini ikrâr etse bile müşrik ve kâfirdir. Bir kimse Allah subhânehu ve teâlâ’nın yaratıcı, mâlik ve bütün işlerin yöneticisi olduğuna ve layık olduğu bütün isimlere ve sıfatlara müstahak olduğuna îmân etse fakat Allah ile birlikte başkasına da ibâdet etse, rubûbiyyet tevhîdini, isim ve sıfatlar tevhîdini ikrâr etmesinin ona hiçbir yararı olmaz. Farzedelim bir adam rubûbiyyet tevhîdini, isim ve sıfatlar tevhîdini tam olarak ikrâr ediyor, fakat bir kabre gidip o kabrin sahibine ibâdet ediyor/ona yalvarıp yakarıyor veya yakınlığını kazanmak için bir kurban adıyor, işte bu adam müşriktir, ebedî cehennemde kalacak bir kâfirdir. Allah tebâreke ve teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için hiçbir yardımcı yoktur” (Mâide: 72). Allah’ın Kitâbı’nı okuyan herkes bilir ki, Peygamber(صلى الله عليه وسلم)’in kendileriyle savaştığı, canlarını, mallarını mubah saydığı, kadınlarını, çocukların esir aldığı ve arazilerini ganimet yaptığı müşrikler, Allah’ın yegâne yaratıcı rab olduğunu ikrâr ediyor ve bu konuda şüphe etmiyorlardı. Fakat O’nunla birlikte başkasına da ibâdet ve dua ediyorlardı. İşte onlar bu yüzden canları ve malları mubah olan müşrikler oldular.

النوع الثالث: توحيد الأسماء والصفات، وهو ((إفراد الله - سبحانه وتعالى- بما سمى الله به نفسه ، ووصف به نفسه في كتابه أو على لسان رسوله صلى الله عليه وسلم، وذلك بإثبات ما أثبته من غير تحريف، ولا تعطيل، ومن غير تكييف، ولا تمثيل)) . فلا بد من الإيمان بما سمى الله به نفسه ووصف به نفسه على وجه الحقيقة لا المجاز، ولكن من غير تكييف، ولا تمثيل، وهذا النوع من أنواع التوحيد ضل فيه طوائف من هذه الأمة من أهل القبلة الذين ينتسبون للإسلام على أوجه شتى:


Tevhîdin Üçüncü Türü: İsim ve sıfatların tevhîdidir. Bu, “Allah teâlâ’nın, Kitâb’ında ve Peygamberi(صلى الله عليه وسلم)’in diliyle kendisini isimlendirdiği isimlerde ve vasfettiği sıfatlarda O’nu birlemektir. Bu tevhîd ancak, O’nun belirttiği isim ve sıfatları tahrîf ve ta’tîl etmeden, tekyîf ve temsîle tabi tutmadan kabul etmekle gerçekleşir.” Allah teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği isimlerine ve vasıflandırdığı sıfatlarına mecaz olarak değil hakiki manalarıyla, fakat tekyîf ve temsîl yapmaksızın îmân etmek gerekir. Bu ümmetten, İslâm’a müntesip, ehl-i kıble’den bazı topluluklar tevhîdin bu türünden sapmışlardır. Bunlar da çeşitli kısımlara ayrılırlar:

Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip bazılarını kabul etmemektir.

Tahrîf: Nasları lâfzen veya mana itibarıyla değişikliğe uğratmaktır. Manada tahrîf, lafzı zâhir (:açık) anlamından uzaklaştırıp, delâlet etmediği bir manaya çekmektir. Her tahrîf aynı zamanda bir ta’tîl’dir, fakat her ta’tîl bir tahrîf değildir.

Tekyîf: Keyfiyyet tayininde bulunmak, nasıllığını açıklamaktır.

Temsîl: Bir şeyi her yönden başka bir şeye benzetmektir. (Çeviren)

منهم من غلا في النفي والتنزيه غلواً يخرج به من الإسلام، ومنهم متوسط، ومنهم قريب من أهل السنة . ولكن طريقة السلف في هذا النوع من التوحيد هو أن يسمى الله ويوصف بما سمى ووصف به نفسه على وجه الحقيقة، لا تحريف، ولا تعطيل، ولا تكييف، ولا تمثيل .


Kimisi nefiy ve tenzihte İslâm’dan çıkacak ölçüde aşırılığa gitmişlerdir, kimisi ortadadır, kimisi de Ehl-i Sünnet’e yakındır. Selef-i sâlihîn’in tevhîdin bu türünde izlediği yol; Allah’ı, O’nun kendini isimlendirdiği ve vasıflandırdığı isim ve sıfatlarla; tahrîf, ta’tîl, tekyîf ve temsîlde bulunmaksızın hakiki manalarıyla isimlendirmek ve vasıflandırmaktır.

مثال ذلك: أن الله - سبحانه وتعالى- سمى نفسه بالحي القيوم فيجب علينا أن نؤمن بأن الحي اسم من أسماء الله تعالى ويجب علينا أن نؤمن بما تضمنه هذا الاسم من وصف وهي الحياة الكاملة التي لم تسبق بعدم ولا يلحقها فناء . وسمى الله نفسه بالسميع فعلينا أن نؤمن بالسميع اسماً من أسماء الله –سبحانه وتعالى- وبالسمع صفة من صفاته، وبأنه يسمع وهو الحكم الذي اقتضاه ذلك الاسم وتلك الصفة، فإن سميعاً بلا سمع، أو سمعاً بلا إدراك مسموع هذا شيء محال وعلى هذا فقس .


Mesela Allah subhânehu ve teâlâ kendisini Hayy ve Kayyûm olarak isimlendirmiştir. O halde bizim de, Hayy isminin Allah’ın isimlerinden bir isim olduğuna ve bu ismin içerdiği sıfata îmân etmemiz gerekir. Bu ismin delâlet ettiği sıfat, öncesinde yokluk bulunmayan ve sonrasında da asla yok olmayacak kâmil hayat’tır. Yine Allah teâlâ kendisini Semî’ olarak isimlendirmiştir. O halde bizim de Semî’in O’nun bir ismi oldu- ğuna ve bu ismin delâlet ettiği işitmek sıfatının O’nun bir sıfatı olduğuna, bu ismin ve sıfatın iktizası olan hükme yani O’nun işittiğine îmân etmemiz gerekir. Çünkü işitmesi olmayan bir işitenin veya işitileni idrak etmeksizin bir işitmenin olması imkânsızdır. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin.

مثال آخر: قال الله تعالى: (وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللَّهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ أَيْدِيهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُوا بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنْفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ)(المائدة: الآية64). فهنا قال الله تعالى: (بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ)(المائدة: الآية64) فأثبت لنفسه يدين موصوفتين بالبسط، وهو العطاء الواسع، فيجب علينا أن نؤمن بأن لله تعالى يدين اثنتين مبسوطتين بالعطاء والنعم، ولكن يجب علينا أن لا نحاول بقلوبنا تصوراً، ولا بألسنتنا نطقاً أن نكيف تلك اليدين، ولا أن نمثلهما بأيدي المخلوقين، لأن الله –سبحانه وتعالى- يقول: (لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ)(الشورى: الآية11) ويقول الله تعالى: (قُلْ إِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ والإثم وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَأَنْ تُشْرِكُوا بِاللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَاناً وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لا تَعْلَمُونَ) (الأعراف:33). ويقول عز وجل: (وَلا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً) (الإسراء:36). فمن مثل هاتين اليدين بأيدي المخلوقين فقد كذب قول الله تعالى: (لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌُ).(الشورى: الآية11) وقد عصى الله تعالى في قوله: (فَلا تَضْرِبُوا لِلَّهِ الأَمْثَالَ)(النحل: الآية74) ومن كيفهما وقال هما على كيفية معينة أياً كانت هذه الكيفية، فقد قال على الله ما لا يعلم، وقفى ما ليس له به علم .


Başka bir örnek: Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.” (Mâide: 64). Allah teâlâ bu âyette “Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır.” buyurdu. Böylelikle kendisini, iki eli olmakla nitelendirdi ki o iki el de açık olmakla nitelenmiştir. O ihsânı geniş olandır. O halde bizim de Allah teâlâ’nın iyilik ve nimetleri bol bol veren iki elinin olduğuna îmân etmemiz gerekir. Fakat bu iki elin nasıl olduğunu kalplerimizle tasavvur etmemek, dillerimizle böyle bir şeyi söylememek ve onları yaratılmışların ellerine benzetmemek üzerimize vâcibtir. Çünkü Allah subhânehu ve teâlâ şöyle buyurur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur; O işitendir ve görendir.” (Şura: 11). “De ki: "Rabbim, sadece fuhşiyyatı, onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir delîl indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır.” (A’râf: 33). “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra: 36). Bu iki eli yaratılmışların ellerine benzetenler Allah’ın şu sözünü yalanlamış olurlar: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura: 11). Allah’ın şu emrine karşı gelmiş olurlar: “Allah’a birtakım benzerler icat etmeyin.” (Nahl: 74). Bu ellerin nasıl olduğunu araştıran veya onlar, şöyledir diyen ne söylerse söylesin Allah’a karşı bilmeden konuşmuş ve bilmediği şeyin ardına düşmüş olur.

ونضرب مثالاً ثانياً في الصفات: وهو استواء الله على عرشه فإن الله تعالى أثبت لنفسه أنه استوى على العرش في سبعة مواضع من كتابه كلها بلفظ (استوى) وبلفظ (على العرش) وإذا رجعنا إلى الاستواء في اللغة العربية وجدناه إذا عدي بعلى لا يقتضي إلا الارتفاع والعلو، فيكون معنى قوله تعالى: (الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى) .(طـه:5) .وأمثالها من الآيات . أنه علا على عرشه علواً خاصاً، غير العلو العام على جميع الأكوان، وهذا العلو ثابت لله تعالى على وجه الحقيقة، فهو عالٍ على عرشه علواً يليق به –عز وجل- لا يشبه علو الإنسان على السرير، ولا علوه على الأنعام ،ولا علوه على الفلك الذي ذكره الله في قوله: (وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْفُلْكِ وَالأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ)(الزخرف: من الآية12) .(لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ) (الزخرف:13). (وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ) .(الزخرف:14) . فاستواء المخلوق على شيء لا يمكن أن يماثله استواء الله على عرشه؛ لأن الله ليس كمثله شيء .


Sıfatlar konusunda ikinci bir örnek verelim: Allah’ın arş’ına istivâ etmesi. Şüphesiz ki Allah teâlâ Kitâb’ının yedi yerinde arş’a istivâ ettiğini ifade etmektedir. Bunların hepsi (استوى) “istivâ” lafzıyla ve (على العرش) “Arş’ın üzerine” lafzıyla geçmektedir. Arapça bir lügate baktığımız zaman “istivâ” fiilinin “ala” ile mef’ul olduğu zaman sadece yükselmek ve üzerine çıkmak anlamına geldiğini görürüz. O halde “Rahman arş’a istivâ etti.” (Tâhâ: 5) âyetinin ve benzeri âyetlerin anlamı “Allah’ın arş’ının üzerine uluvvu/çıkması” demektir. Bu uluvv husûsî bir uluvvdur ve Allah’ın zâtî sıfatı olan bütün kâinatın en yükseğinde olması anlamında umumî uluvvdan farklıdır. Bu uluvv Allah hakkında hakikî anlamıyla sâbittir. O kendine yaraşır bir uluvv ile arş’ının üzerine çıkmıştır. O’nun arşı’na uluvvu insanın koltuğa uluvvu veya binek hayvanlarının üstüne ya da şu âyetinde sözünü ettiği gemiye uluvvuna benzemez: “Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti ki, sırtlarına istivâ edesiniz. Sonra üzerine istivâ ettiğinizde, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz, diyesiniz.” (Zuhruf: 12–14). Yaratılmışların herhangi bir şeyin üzerine istivâ etmesinin Allah’ın arş’ına istivâ etmesine benzemesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın hiçbir benzeri yoktur.

وقد أخطأ خطأ عظيماً من قال إن معنى استوى على العرش استولى على العرش، لأن هذا تحريف للكلم عن مواضعه، ومخالف لما أجمع عليه الصحابة –رضوان الله عليهم- والتابعون لهم بإحسان، ومستلزم للوازم باطلة لا يمكن لمؤمن أن يتفوه بها بالنسبة لله –عز وجل- والقرآن الكريم نزل باللغة العربية بلا شك كما قال الله –سبحانه وتعالى-: (إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ) (الزخرف:3) ومقتضى صيغة ((استوى على كذا)) في اللغة العربية العلو والاستقرار، بل هو معناها المطابق للفظ . فمعنى استوى على العرش أي: علا عليه علواً خاصاً يليق بجلاله وعظمته، فإذا فسر الاستواء بالاستيلاء فقد حرف الكلم عن مواضعه، حيث نفى المعنى الذي تدل عليه لغة القرآن وهو العلو وأثبت معنى آخر باطلاً .


“Arşa istivâ etti” cümlesinin “arşı istila etti/ona egemen oldu” anlamına geldiğini söyleyen kimseler büyük hata etmişlerdir. Çünkü bu, kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrîf etmektir. Sahabîlerin ve onlara en güzel şekilde tâbi olanların icmaına aykırıdır. Geçersiz gerekçelere sarılmaktır. Bir mü’minin Allah’a nispetle bunu ifade etmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm şeksiz şüphesiz Arap dili ile inmiştir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf: 3). Arap dilinde (استوى على كذا) (şunun üzerine istivâ etti) cümle kalıbının gerektirdiği mana, uluvv ve istikrârdır. Bu cümlenin lafza mutabık anlamı budur. O halde “arşa istivâ etti” cümlesinin anlamı kendi yüceliğine ve büyüklüğüne layık, özel bir şekilde arşın üzerine çıktı demektir. İstivâ kelimesi istila olarak tefsîr edildiği zaman anlamından koparılmış olur. Çünkü bu Kur’ân dilinin delâlet ettiği manayı ortadan kaldırıp bâtıl başka bir manayı getirmek demektir.

ثم إن السلف والتابعين لهم بإحسان مجمعون على هذا المعنى إذ لم يأت عنهم حرف واحد في تفسيره بخلاف ذلك، وإذا جاء اللفظ في القرآن والسنة ولم يرد عن السلف تفسيره بما يخالف ظاهره فالأصل أنهم أبقوه على ظاهره واعتقدوا ما يدل عليه .

فإن قال قائل: هل ورد لفظ صريح عن السلف بأنهم فسروا استوى بـ (علا)؟

قلنا: نعم ورد ذلك عن السلف، وعلى فرض أن لا يكون ورد عنهم صريحاً فإن الأصل فيما دل عليه اللفظ في القرآن الكريم والسنة النبوية أنه باقٍ على ما تقتضيه اللغة العربية من المعنى، فيكون إثبات السلف له على هذا المعنى .


أما اللوازم الباطلة التي تلزم من فسر الاستواء بالاستيلاء فهي:

أولاً: أن العرش قبل خلق السماوات والأرض ليس ملكاً لله –تعالى- لأن الله –تعالى- قال: (إِنَّ رَبَّكُمُ اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْش)(الأعراف: الآية54). وعلى هذا فلا يكون الله مستولياً على العرش قبل خلق السماوات ولا حين خلق السماوات والأرض .

ثانياً: أنه يصح التعبير بقولنا إن الله استوى على الأرض، واستوى على أي شيء من مخلوقاته، وهذا بلا شك ولا ريب معنى باطل لا يليق بالله –عز وجل- .

ثالثاً: أنه تحريف للكلم عن مواضعه .

رابعاً: أنه مخالف لإجماع السلف الصالح –رضوان الله عليهم- .

وخلاصة الكلام في هذا النوع –توحيد الأسماء والصفات- أنه يجب علينا أن نثبت لله ما أثبته لنفسه، أو أثبته له رسوله من الأسماء والصفات على وجه الحقيقة من غير تحريف، ولا تعطيل، ولا تكييف، ولا تمثيل .


Sonra selef-i sâlihîn ve en güzel şekilde onların izinden gidenler bu anlam üzerinde icma etmiştirler. Onlardan bunun hilâfına tek bir harf bile gelmemiştir. Bu lafız Kur’ân’da ve Sünnet’te geçtiğine ve seleften de bunun zâhirî manasına aykırı bir tefsîri gelmediğine göre onların bu lafzı zâhirî manası üzere olduğu gibi bıraktıkları ve bu lafzın delâlet ettiği şeye îmân ettikleri esastır.

Bir kimse şöyle bir soru sorabilir: Selefin istivâ kelimesini uluvv yani yükselmek/yükseğe çıkmak diye tefsîr ettiğine dair açık bir ibare gelmiş midir?

Bu soruya karşılık deriz ki: Evet, bu, seleften gelmiştir. Diyelim ki seleften böyle bir açıklama gelmemiş olsun. Böyle bir durumda da Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnet-i Nebevî’deki bir lafzın, Arap dilinin gerektirdiği mana üzere kalması esastır. Bu durumda selefin lafza Arap dilinin gerektirdiği manayı vermiş olduğu anlaşılır.

İstivâ kelimesini istila olarak tefsîr etmenin gerektirdiği bâtıl sonuçlar şunlardır:

Birincisi: Buna göre gökler ve yer yaratılmadan önce arş Allah’ın mülkü değildir. Çünkü Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş’a istivâ eden… Allah’tır.” (A’râf: 54).

Yüce Allah istivânın gökler ve yer yaratıldıktan sonra olduğunu haber veriyor. Buna göre ne gökler ve yer yaratılmadan önce ne de gökler ve yer yaratılırken Allah teâlâ arşı istila etmiş değildi.

İkincisi: Buna göre, Allah yeryüzüne istivâ etti dememiz de, Allah mahlûkatından herhangi bir şeyin üzerine istivâ etti dememiz de câiz olur. Bu ise, şeksiz şüphesiz Allah’a layık olmayan bâtıl bir manadır.

Üçüncüsü: Şüphesiz bu, kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrîf etmektir.

Dördüncüsü: Bu, selef-i sâlihîn’in icmaına aykırıdır. Tevhîdin bu türünde –isim ve sıfatların tevhîdinde– sözün özü şudur: Allah teâlâ’nın kendisi için isbât ettiği ve Peygamberi(صلى الله عليه وسلم)’in onun için isbât ettiği isim ve sıfatları tahrîf ve ta’tîl etmeksizin, tekyîf ve temsîle düşmeksizin hakîkî manaları üzere kabul etmemiz gerekir. Fetava Erkani’l-İslam Muhammed b Salih el-Useymin(.s.9 .10 .11. 12. 13 .14 15 16)
editor
Administrator
Gönderiler: 82
graph
Sitede Değil Kullanıcı bilgilerini görmek için tıklayın
Son Düzenleme: 27/03/2010 22:35 Düzenleyen editor.
Sadece Kayıtlı kullanıcılar yazı yazabilir.
 
Üste gitSayfa: 1

Üye Giriş Formu

Allah yaratılış gayesi yaratılışgayesi davet muhammed melek Kuran Sünnet hadis ayet cennet, cehennem, islam, insan, yazılı, sesli, video, yayın, ebu, said, enes, canlı, tv, abdurrahman, musa, isa, ibrahim, nuh, ıstılah, sohbet, albani, buhari, muslim, tirmizi, nesai, ibn, mace, taberi, kesir, kurtubi, sitte, ebu, davut, davud, sunen, dua,  büyü, cin, sihir, tılsım, ahmed, korunma, edeb, rukye, oruç, namaz, kurban, bayram, ramazan, fıtrat, tevhid, uluv, risale, tahkik, menhec, tahric, nur, muaz, zaman, sema, arş, cübbeli, harun, isa, yahya, vahiy, islami, video, islamivideo, mesnevi, mevlana, guraba, kitap, al, oku, öğren, cd, indir, download, ebu said tasavvuf mevlana fetva ayet ebusaid kitap kays leyla mecnun celalettin celaleddin rumi kimya zahir tecelli vasıf tanımak nitelemek hadis ilim  amel iman nas iman ıstılahşeriathakikathükümkuran sünnet küfür şirk tevhid sünnet kalp hayat zikir iman

Şu anda 454 ziyaretçi çevrimiçi